İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, 1915 Çanakkale Köprüsü`nün yap-işlet-devret modeliyle yapılmasını eleştirirken Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan`a yine “Bay Kriz” benzetmesi yaptı. Akşener, "Biz, projeye değil ranta karşıyız. Çünkü o rant, devletin hazinesinden çıkıyor. Milletimizin helal parası, haramzadelerin cebine indiriliyor. Çalışanlarımız, emeklilerimiz, esnafımız, çiftçilerimiz, milyonlarca vatandaşımız, pahalılıkla, yoklukla, yoksullukla mücadele ederken Bay Kriz, proje görünümlü tezgahlar üzerinden milyonlarca doları, rantın beş atlısına bir çırpıda ödüyor. Çanakkale`de, adalar hariç iki yaka arasında feribotlar günde 7 bin araç taşırken bu köprüye günlük 45 bin araç garantisi verilmiş. Yani müteahhit firmalara yıllık 246 milyon avroyu garanti ettiler. İşte size, bitmeyen bir ‘yerli ve millilik` edebiyatı arasından milletin hazinesini dövizle borçlandırmakta hiçbir sakınca görmeyen AK Parti zihniyeti" diye konuştu.
Meral Akşener, bugün partisinin TBMM`deki grup toplantısında konuştu. Akşener, özetle şunları söyledi:
“GAZİ MUSTAFA KEMAL`İN ADI, BİZZAT KENDİSİNİN KURDUĞU DİYANET`İN AKLINA GELMİYOR: Biliyorsunuz, geçtiğimiz cuma günü Çanakkale Zaferi`mizin 107`nci yılını idrak ettik. Başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere o büyük destanı yazan kahramanlarımızı bir kez daha rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Memlekette kime sorsanız, Çanakkale Harbi dendiğinde akla ilk gelen isim Gazi Mustafa Kemal Atatürk`tür. Ancak her ne hikmetse milli günlerimize denk gelen cuma namazlarının hutbelerinde, Diyanet yönetiminin aklına nedense Atatürk gelmiyor. Yani Elmalılı Hamdi Yazır`a yüce dinimizin mukaddes kitabı Kur`an-ı Kerim`in tefsirini yaptıran, sadece 1923 yılında 126 caminin bakımını yaptıran Gazi Mustafa Kemal`in adı, bizzat kendisinin kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı`nın aklına gelmiyor. Hatta hutbelerde onun adını anmamak için adeta özel bir çaba harcanıyor. Vefasızlığa bakar mısınız? Buradan Diyanet yetkililerine seslenmek istiyorum: Küffara karşı serden geçen aziz ecdadımıza herkesten önce sizin vefa göstermeniz gerekmez mi? Ay yıldızlı bayrağımız Türk yurdunun üzerinde ilelebet dalgalanabilsin diye göğsünü siper eden istiklal kahramanlarına bir Fatiha`yı çok görmek ayıp değil mi? Gazi Mustafa Kemal`in adını anmamak, her şeyden önce mukaddesatımıza aykırı değil mi?
BAY KRİZ, PROJE GÖRÜNÜMLÜ TEZGAHLAR ÜZERİNDEN MİLYONLARCA DOLARI RANTIN BEŞ ATLISINA BİR ÇIRPIDA ÖDÜYOR: Gelelim meselenin diğer boyutuna. Biliyorsunuz, 18 Mart gününde 1915 Çanakkale Köprüsü`nün açılışı yapıldı. Ülkemizde taş üstüne taş koyan herkesten Allah razı olsun. Ancak biz, bu taşın nasıl konulduğuyla da elbette ilgileniriz. İYİ Parti olarak, sıklıkla bir şeyin altını çiziyoruz. Diyoruz ki ‘Biz, projeye değil ranta karşıyız`. Çünkü o rant, devletin hazinesinden çıkıyor. Milletimizin helal parası, haramzadelerin cebine indiriliyor. Çalışanlarımız, emeklilerimiz, esnafımız, çiftçilerimiz, milyonlarca vatandaşımız pahalılıkla, yoklukla, yoksullukla mücadele ederken Bay Kriz, proje görünümlü tezgahlar üzerinden milyonlarca doları rantın beş atlısına bir çırpıda ödüyor. Pandemide vatandaşına iki yılda layık gördüğü nakit desteğin kat be kat fazlasını o rant çetesinin tek bir üyesinin cebine aynı gün koyuveriyor. İşte bizim karşı olduğumuz şey bu soygundur. Bizim karşı olduğumuz şey, millet hazinesine el uzatılmasıdır. Bizim karşı olduğumuz şey, bu adaletsizlik, bu haksızlıktır.
ÇANAKKALE KÖPRÜSÜ`NÜN AÇILIŞINDA YİNE KENDİ KENDİNİ YALANLADI: Çelişkiler insanı Bay Kriz eskiden ne diyordu, hatırlıyor musunuz? ‘Bu köprüler, yollar, tüneller için devletin, yani milletin kesesinden beş kuruş çıkmıyor.` Aynen böyle diyordu. Ama bu arkadaşımız, daha nice konuda yaptığı gibi Çanakkale Köprüsü`nün açılışında yine kendi kendini yalanladı. Köprünün geçiş ücretini ‘200 liracık` olarak açıkladı. ‘Geçen 200 liracık verecek ama üzerini de devlet olarak biz tamamlayacağız` dedi. Yani nihayet gerçeği kendi sesinden itiraf etti. Törene katılan vatandaşlarımız ‘pahalı` dese de zamanında emeklilerimize seyyanen zam yaparken ‘iki yüz` lira diyerek büyüttüğü rakamı, köprü geçişinde ‘200 liracık` ilan etti. Vatandaşa verirken ‘lira`, vatandaştan alırken ‘liracık`. Asgari ücrete zam yaparken ‘lira`, eşe dosta yandaşa dağıtırken, 5`li çetenin vergi borcunu silerken ‘liracık`. Biliyorsunuz gemiler de ikiye ayrılıyor; ‘gemi`, ‘gemicik`.
MÜTEAHHİT FİRMALARA YILLIK 246 MİLYON AVROYU GARANTİ ETTİLER: Dahası var. Çanakkale`de, adalar hariç iki yaka arasında feribotlar günde 7 bin araç taşırken bu köprüye günlük 45 bin araç garantisi verilmiş. Şaka gibi ama maalesef gerçek. Bu matematik üstadı arkadaşlar, günde 45 bin, yılda 16,5 milyon araçlık garanti verdiler. Yani müteahhit firmalara yıllık 246 milyon avroyu garanti ettiler. Bitmedi. Sözleşmeyi imzaladıkları gün avro 4 lira 80 kuruştu. Bugünse 16 lira 40 kuruş. Daha inşaat devam ederken maliyet 3,5 kat arttı. İşte size, AK Parti`nin bir yandan vatandaşa ‘dövizini bozdur` çağrıları yaparken öbür taraftan yandaşının eline ‘avrocukları` sayan üstün yönetim anlayışı. İşte size, bitmeyen bir ‘yerli ve millilik` edebiyatı arasından milletin hazinesini dövizle borçlandırmakta hiçbir sakınca görmeyen AK Parti zihniyeti. Allah ıslah etsin.
BEN ‘NEDEN 1 LİRALIK İŞİ 5 LİRAYA YAPIYORSUNUZ` DİYORUM: Ben, ‘neden köprü yaptınız` demiyorum… Ben, ‘Honkong`la Çin`i bağlayan köprünün kilometre maliyeti 360 milyon dolarken Bay Kriz`in yaptırdığı köprünün kilometre maliyeti neden 900 milyon dolar` diyorum ve diyorsunuz. Ben, ‘neden yol yaptınız `demiyorum. Ben, ‘neden bir liralık işi beş liraya yapıyorsunuz` diyorum. Ez cümle ben, ‘milletimizin alın teriyle, fedakarlıklarla doldurduğu Hazine`yi neden müteahhitlerinize peşkeş çekiyorsunuz` diyorum. Çünkü biz bu filmi daha önce de izledik. Osmangazi Köprüsü`nün durumu ortada. İşte o nedenle aynı soygun modeliyle yapılan Çanakkale Köprüsü`nü de sanki hafızamızı yitirmiş gibi görmezden gelemeyiz.
O SANDIK GELECEK, BU ARKADAŞLAR DA NEYİN TİYATRO, NEYİN GERÇEK OLDUĞUNU ACI BİR ŞEKİLDE GÖRECEKLER: Bereketli topraklarımızda, refah üretmek yerine Afrika`ya tarım yatırımı yapmaktan bahseden üreticilerimizi kaderine terk eden bu garip zihniyetten kurtulmak için Aydınlı vatandaşlarımız da artık gün sayıyor. 25 kiloluk tohumun maliyeti 350 lirayken satış fiyatının bin 250 lira olması, çiftçilerimizi toprağına küstürüyor. Üretim maliyetleri sürekli artarken desteklerin âdeta sadaka niyetine verilmesi, çiftçilerimizi perişan ediyor. Pamuk üreticileri dertleriyle bir başına bırakılırken Suriye`den pamuk ithal edilmesi, çiftçilerimizi kahrediyor. Ne var ki biz bu gerçekleri söyledikçe onlar inkâr ediyor. Biz milletin sesi oldukça onlar ‘tiyatro` diyor. Varsın olsun. Yalan mıymış, gerçek miymiş, çok yakında zaten görecekler. O sandık gelecek, bu arkadaşlar da neyin tiyatro, neyin gerçek olduğunu acı bir şekilde görecekler. Hiç merak etmeyin, az kaldı.
AK PARTİ İKTİDARI NE TOHUMUN NE TOPRAĞIN NE DE SİZLERİN KIYMETİNİ BİLMİYOR: Tohum, temeldir. Tohum, nesildir. Tohum, gelecektir. AK Parti iktidarı ne tohumun ne toprağın ne de sizlerin kıymetini bilmiyor. Memleketimizin bolluğuna, bereketine, sizlerin çabasına, emeğine, alın terine nankörlük ediyor. Ama biz, Türkiye`nin kalkınmasında sizlerin ne kadar önemli olduğunuzu biliyoruz. Çalışmaktan nasırlanan ellerinizin hak ettiği değeri görmediğini biliyoruz. Ama biraz daha sabredin, çok az kaldı. Ata`mızın vizyonu doğrultusunda mutlu, huzurlu ve refah içinde yaşamanıza inanın çok az kaldı.
MUSTAFA KEMAL HİÇBİR ZAMAN `BEN` DEMEDİ: Biz, herkesin ‘bitti` dediği anda küllerinden doğan, kendi tarihini kendisi yazan büyük bir milletiz. Biz, nice acıya sabretmiş, bağımsızlık uğruna can vermiş, vatanın bir karış toprağı için dünyayı karşısına almış cesur bir milletiz. İşte bu yüzden biz, bastığımız toprağın da kazandığımız değerlerin de kurduğumuz devletin de kıymetini çok iyi biliriz. Çünkü biz, bu topraklara, bu değerlere ve bu devlete kavuşmak için kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle, kınalı kuzularıyla Ata`mızın liderliğinde hep birlikte mücadele verdik. Mücadelemizin ilk adımlarını da Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinde başlattık. Bu cemiyetlerin adı neden müdafaa-i hukuktu biliyor musunuz? Çünkü Cumhuriyet`imizin kurucuları, kendi şahsi iktidarları için değil Türk Milleti`nin egemenliğini diriltmek için çabaladılar. Amaçları, öz yurtlarında işgalcilerin hukukunu değil kendi yasalarını uygulamaktı. Bu yüzden işgal güçlerine karşı verilebilecek en mantıklı tepkiyi verip önce bir meclis kurdular, sonra da yasaları uygulayacak bir siyasi iktidar inşa ettiler. En olağanüstü şartlarda bile kanun devletinin sınırları dışına çıkmayıp, Ankara`da top sesleri duyulurken bile istişare mekanizmalarını muhafaza ettiler. Cumhuriyet`in kurucu kadroları, hiçbir zaman ‘ben` demedi. ‘Türkiye Cumhuriyeti` dedi. Mustafa Kemal, hiçbir zaman ‘ben` demedi. ‘Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır` dedi. İşte o nedenle devleti meydana getiren kanunlara, kurallara, kurumlara büyük mesai harcadılar.
“OĞLUM, GENELGEYLE DEVRİM OLAMAZ”: Atatürk`ümüzün tabiriyle yeni Türk devleti, kişinin ya da kişilerin değil milletin devleti olacaktı. Bu devlet, en büyük gücünü milletin ve memleketin birliğinden, yani Cumhuriyet`imizden alacaktı. Ancak devlet-millet birliğinin sağlanması, vatandaşların bu yeni yönetimi benimsemesi için sadece yasalar çıkartmak yeterli değildi. Nitekim bunun bir yansıması 1924 yılında yaşandı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Erzurum ve Pasinler`de depremden zarar gören köyleri ziyarete gittiğinde, yaşlı bir köylüyü yanına çağırdı. Ona, ‘Depremden çok zarar gördünüz mü, baba` diye sordu. Gazi, yaşlı adamın şüphe ettiğini görünce tekrar sordu. ‘Hükûmet sana kaç lira verse zararını karşılayabilirsin.` Yaşlı adam, ‘Valla padişah bilir` dedi. Günümüze ne kadar benziyor değil mi? Gazi, gülümsedi ve yumuşak bir sesle ‘Baba, padişah yok. Onları siz kaldırmadınız mı? Söyle bakalım zararın ne` dedi. Yaşlı adam yine ‘Padişah bilir` deyince kaşları çatılan Atatürk, kaymakama döndü ve ‘Siz daha devrimi yayamamışsınız` dedi. Bu sırada ortaya atılan yazı işleri müdürü, Atatürk`e, ‘Köylere genelge yolladık Paşam` dedi. Bunun üzerine Gazi`nin fırtınalı yüzü daha da karıştı ve o ders niteliğindeki sözleri söyledi; ‘Oğlum, genelgeyle devrim olamaz`. Atatürk, işte bu anlayışla sadece genelgelerle, kurallarla ve yasalarla değil, aynı zamanda onları destekleyecek kurumları da inşa ederek Cumhuriyet`imizi ve değerlerimizi bir devlet kurumsallığına kavuşturdu. Ekonomiden eğitime, siyasetten bürokrasiye kadar her alanda kişisel ilişkilerin yerini kurum ilişkileri aldı.
AK PARTİ İKTİDARININ KAPATTIĞI, SATTIĞI YA DA KURULUŞ AMACINDAN SAPTIRARAK KENDİ HİMAYESİNE ALMAYA ÇALIŞTIĞI KURUMLAR: Peki neydi bu kurumlar? Devlet İstatistik Enstitüsü, Türkiye İş Bankası, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Adalet Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Türkiye Şeker Fabrikaları, Sümerbank Bez Fabrikaları, SEKA Kâğıt Fabrikaları, Atatürk Orman Çiftliği, Merkez Bankası ve daha niceleri. Yalnız fark ettiyseniz son saydığım kurumlar, AK Parti iktidarının ya kapattığı ya sattığı ya da kuruluş amacından saptırarak kendi himayesine almaya çalıştığı kurumlar. Peki sizce bu bir tesadüf mü? Elbette değil.
AK PARTİ İKTİDARI SİZCE HANGİ ONUR ANLAYIŞINA SAHİP: Cumhuriyet`le birlikte oluşan devlet kurumsallığımızı değerli bilim insanı Şerif Mardin Hoca`mız, ‘Kişi otoritesine dayalı onur anlayışından yasa ve kurallara dayalı onur anlayışına geçiş` olarak tanımlar. Peki bugün geldiğimiz noktada AK Parti iktidarı, sizce hangi onur anlayışına sahip?
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ BÖYLE BİR CIVIKLIK GÖRMEDİ: Bu sorunun cevabını, daha geçtiğimiz hafta, ekonomideki uzmanlığından ziyade sitcom repliklerini andıran abuk sabuk demeçleriyle öne çıkan Nebati Bakan`ın bizzat kendisi verdi. Gözlerine bakılamıyor, öyle ışık var yani. Bu arkadaşımız ne dedi? ‘Bir problem mi yaşadınız? Rahat olun. Bize hemen ulaşırsınız. Bürokrasiyi alaşağı ederiz. Arkamızda Cumhurbaşkanımız var. Mevzuatı da değiştiririz.` Üstelik bunu kime dedi? Yabancı yatırımcılara dedi. Türkiye Cumhuriyeti tarihi böyle bir rezalet görmedi. Türkiye Cumhuriyeti tarihi böyle bir cıvıklık görmedi. Türkiye Cumhuriyeti tarihi böyle laubali bir yönetim anlayışına hiç rast gelmedi. Bu açıklama, ülkemizde bir devlet krizi olduğunun itirafıdır. Aslında Nebati Bakan diyor ki ‘Biz, kanun, yasa, yönetmelik tanımıyoruz. Sizler de Türkiye`ye yatırım yaptığınız takdirde Türkiye Cumhuriyeti`nin kanunlarıyla veya kurumlarıyla bir sorun yaşarsanız bize gelin. Biz sizin adınıza bütün yasal şartları ortadan kaldıralım. Yani Türkiye`de kurumsal bir devletle muhatap olmayın, gelin doğrudan kişilerle muhatap olun` diyor. Neresinden bakarsanız bakın, içinde yaşadığımız bu ucube sistemin ucubeliğinin bundan daha net bir ifadesi ve tarifi olamaz.
BİR TÜRLÜ CUMHURİYET İLE BARIŞAMADILAR: Ama bunlara artık şaşırmıyoruz. Çünkü iktidara gelişlerinin üzerinden 20 sene geçmesine rağmen ne Sayın Erdoğan ne de birlikte çalışmayı seçtiği bu fevkalade nitelikli arkadaşlar, bir türlü devlet kavramını özümseyemediler. Bir türlü Cumhuriyet ile barışamadılar. Bir türlü Atatürk`ü anlayamadılar. O`nun büyük vizyonunu kabullenemediler. Kıskandılar ya, kıskandılar.
DEVLETİMİZ OLABİLDİĞİNCE ZAYIFLARKEN KİŞİLER GÜÇLENDİ: İktidarda oldukları süre boyunca devlet kurumları Sayın Erdoğan`ın kişisel mülküne, kanunlar ise onun ağzından çıkacak iki kelimeye indirgendi. Hâlbuki devlet, onu yöneten kişilerden bağımsız soyut bir kavramdır. Devletin ruhunu kanunlar ve bu kanunları uygulamakla görevli kurumlar oluşturur. Ve bir devlet, kendi egemenlik sahası içinde kanunlarını uygulayabildiği kadar devlettir. İşte Cumhuriyet`in ‘kişi otoritesine dayalı onur anlayışından yasa ve kurallara dayalı onur anlayışına geçiş` dönemi, AK Parti`nin becerikli ellerinde tam tersi yönde işlemeye başladı. Devletimiz olabildiğince zayıflarken kişiler güçlendi.
KARŞIMIZDA ADETA 14. LOUİS GİBİ ‘DEVLET BENİM` DİYEN BİR SAYIN ERDOĞAN VAR: Karşımızda, adeta 14. Louis gibi ‘Devlet benim` diyen bir Sayın Erdoğan var. ‘Pasta yiyin` de diyebilirdi. Karşımızda, Türkiye Cumhuriyeti`nin kanunlarını ve kurumlarını herkesten önce ihlal eden ve bunu kendinde hak gören bir iktidar var. Karşımızda, kendisi kanuna uymak zorundayken kanunu kendisine uyduran, istediğini kayıran, istediğini cezalandıran keyfi ve hoyrat bir zihniyet var. Karşımızda, ülkedeki kurumsal devlet yapısını ortan kaldıran ve kendisini devletin yerine koyan ucube bir yönetim anlayışı var.
ERDOĞANCIKLARIN İSTİLA ETTİĞİ BİR TAVIRLA MÜCADELE EDİYORUZ: Biz, bugün sadece bir siyasi partiyle değil, devlete karşı alınmış bir tavırla mücadele ediyoruz. Devletin soyut kişiliğini öldürüp onun yerine Sayın Erdoğan`ın biyolojik bedenini koyan bir tavırla mücadele ediyoruz. Bürokrasiden medyaya, hatta iş dünyasına kadar her alanı Erdoğancıkların istila ettiği, Cumhuriyet kanunlarının yerini de Sayın Erdoğan`a sadakatin aldığı bir tavırla mücadele ediyoruz. Maalesef artık bugün, Türkiye`de ne modern bir devletten ne de eşit vatandaşlıktan bahsedemeyiz. Bunun çok acı bir örneğine, geçtiğimiz günlerde Adana`da şahit olduk.
ASIL MESELE DİNDAR OLMAK DEĞİL YANDAŞ OLMAKMIŞ: Biliyorsunuz Sayın Erdoğan, başörtülü bacıları konusunda çok hassastır. Her fırsatta başörtülü kadınlarımızın hakkından, hukukundan bahseder. Biz, sanıyorduk ki Sayın Erdoğan için bu ülkenin tüm dindar kadınları birer kız kardeştir. Başı açık kadınlarımız için ne düşündüğü zaten İstanbul Sözleşmesi`nden çıkılmasıyla ortadadır. Meğerse işin aslı öyle değilmiş. Meğerse başörtülü olmak, dindar olmak, kendini Müslüman olarak tanımlamak Sayın Erdoğan`ın bacısı olmak için yeterli bir kriter değilmiş. İşte biz, Adana`da tüm çarpıcılığıyla aslında bu gerçeği gördük. Adana`da yaşananlar bize gösterdi ki Sayın Erdoğan`ın bacısı olmak için başörtülü olmaktan önce kendisine tabi olmak gerekliymiş. Yani asıl mesele, dindar olmak değil yandaş olmakmış. Başörtülü kadınlarımızın hukuku, AK Parti`ye oy verdikleri sürece kutsalmış. Yani ‘oyunu basarsan baş tacısın, itiraz edersen copu yersin`miş. Hey gidi hey. Yunus ne güzel söylemiş; ‘Zulm ile abad olanın, ahiri berbad olur`. Hani bağırıyordu ya böyle boğazından ses çıkara çıkara Sayın Erdoğan, ‘Kimler kimlerle berabermiş`. Aha da burada görüyoruz işte. Dindar kadınlarımızın omuzlarında iktidara gelip, o kadınları coplatarak iktidardan çekip gitmek. Şu ironiye bakar mısınız? Geçekten ibretlik. Boşuna değil büyüklerimiz, ‘Ahir zamanda herkes ettiğini görecek` diyor idi. Demek ki ettiğini görmeden ahirete gitmek yokmuş.
UKRAYNALILARIN MÜCADELESİ RUSYA`YI HER GEÇEN GÜN BATAĞA SAPLAMAYA DEVAM EDİYOR: Biz, bu hastalıklı tavrın memleketimizin huzurunu, milletimizin geleceğini tehlikeye attığını biliyoruz. Bir kişinin kendi iradesinin devletin bütün kurumsal yapısının üstünde konumladığı bir anlayışın mutlaka çuvallayacağını biliyoruz. Şahsi hırslarına kapılanların hem kendi milletine hem de diğer milletlere yaşattığı acıları dünyanın her yerinde görüyoruz. Mesela Rusya`ya bakalım. Rusya`nın tüm uluslararası hukuk normlarını hiçe sayarak Ukrayna`ya yönelik acımasız ve kanlı işgal girişimine bakalım. Putin`in, çar olma hayali uğruna Rusya`yı sürüklediği bataklığa bakalım. Kiev`in 48 saat içinde düşmesini bekleyenler, neredeyse bir ayını dolduracak bir savaşın içindeler. Ukraynalılar, çok zor koşullarda gösterdikleri mücadeleyle tüm Ukrayna`ya iki temel tarihsel gerçeği hatırlatıyor. Birinci gerçek; saldırgan maddi açıdan ne kadar güçlü olursa olsun bağımsızlığa inanan ve bu uğurda mücadele eden bir milletin kaybetmesi mümkün değildir. Ukraynalıların mücadelesi, Rusya`yı her geçen gün batağa saplamaya devam ediyor. Bugün Ukrayna`da yaşanan şey, işte budur. İkinci gerçek ise devleti kendiyle eş gören bir tiranlığın, akıl ve uzmanlık gereken konularda mutlaka işleri batıracağıdır.
BİR İNSAN HER ŞEYİ BİLEMEZ BE KARDEŞİM: Bunların ortak özelliği, -bu bahsettiğimiz yöneticilere literatürde ‘sultancıl popülist liderler` deniliyor- diktatörlükle otoriterlik arasında giden gelen bazısı, kafayı karıştırıp, o ülkenin, o ülkede yaşayan her insanın babasının kendisi olduğunu zanneder. Bu, patolojik ve psikiyatrik bir durumdur. Bunları bir kenara bırakın, ama bildiğimiz bir şey var. Bir insan her şeyi bilemez be kardeşim. Putin her şeyi biliyor, şu an itibariyle onu görüyorsunuz. Bunu bir algoritma olarak her yere koyun, kimlerin neleri bildiğini. Çünkü tiranların gerçeklik algıları bozuktur. Çünkü tiranlıklarda kimsenin gerçekleri söylemeye cesareti yoktur. Tiranların da zaten o gerçeklere ihtiyacı yoktur. Onların, yalaka danışmanlara, partizan bürokratlara ihtiyaçları vardır. Bu yüzden de ne kendi milletlerine ne de insanlığa yarar sağladıkları görülmemiştir. Keza Putin de bu yolda emin adımlarla yürüyor. Uluslararası yaptırımlar Rusya`yı bir anda onlarca yıl geriye götürdü. Adeta dünyadan yalıtılmış bir açık hava hapishanesine çevirdi. Binlerce insan hayatını, işini ve memleketini kaybetti. Ne için? Bir kişinin çar olma hayali için.
GÜNÜN SONUNDA KAYBEDEN DE RUS MİLLETİ VE RUS DEVLETİ OLDU: Bugün Rusya`da devlet aklının yerini, Putin`in ve etrafındaki oligark çetesinin menfaatleri aldı. Ne kadar benziyor değil mi? Ve bugün Rus devleti, Putin ve arkadaşlarının elinde her zamankinden daha güçsüz hâlde. Çünkü Rusya, bir despotun kişisel paranoyasını ‘milli güvenlik`, servetini koruma arzusunu da ‘ulusal çıkar ve de beka meselesi` olarak tanımladı. Günün sonunda kaybeden de Rus milleti ve Rus devleti oldu. Manzara size de bir yerlerden tanıdık geliyor mu?
DEVLETİN KURUMSAL YOLUNDAN BİR KERE AYRILINCA GERİSİ DE ÇORAP SÖKÜĞÜ GİBİ GELİR: Devletin kurumsal yolundan bir kere ayrılınca gerisi de çorap söküğü gibi gelir. Sizden hesap soracak kimse olmadığı zaman, ülkeyi babanızdan miras kalan bir dükkân gibi görürsünüz. Vatandaşınızı köleleştirmeye çalışır, ülkenizi de pazarlanacak bir kupon arazi olarak görmeye başlarsınız. İşte Sayın Erdoğan ve arkadaşlarının düştüğü durum da tam olarak budur. Bugün geldiğimiz noktada, ekonomiden tarıma, eğitimden sağlığa kadar ülkemiz için kritik öneme sahip her alanda bu çarpık bakış açısının memleketimize verdiği zararları tüm gerçekliğiyle yaşıyoruz.
PIRIL PIRIL DOKTORLARIMIZ, MÜHENDİSLERİMİZ VE AKADEMİSYENLERİMİZ BİLİNÇLİ BİR ŞEKİLDE YURT DIŞINA GİTMEYE ZORLANIYOR: Bugün ülkemizde ciddi bir göç politikası sorunu var. Sakın ola mevcut durumun gelişi güzel ve kontrolsüz bir şekilde ortaya çıktığını düşünmeyin. Çünkü tabloyu bizzat Sayın Erdoğan istedi ve kendisi tasarladı. Her zaman olduğu gibi yine devletin bütün kurumsal değerlerini ve hafızasını hiçe sayarak, bilerek ve isteyerek, Türkiye`nin göç politikasındaki felsefeyi, Türk Milleti dışındaki herkesi memnun etmek üzerine kurdu ve kurguladı. Bu politika, öncelikli olarak ülkemizin kaynakları ile okuyan başarılı ve nitelikli insanlarımızın batı ülkelerine gönderilmesini hedefliyor. Milletimizin senelerdir dişinden tırnağından artırarak kurduğu okullardan mezun olan pırıl pırıl doktorlarımız, mühendislerimiz ve akademisyenlerimiz, bilinçli bir şekilde yurt dışına gitmeye zorlanıyor. Bu muazzam insan kaynağından da Batılı ülkeler ziyadesiyle faydalanıyor. Yetişmesi için tek kuruş ödemedikleri doktorlarımızı, mühendislerimizi, yazılımcılarımızı, iyi yetişmiş gençlerimizi, kendi vatandaşlarının ve ekonomilerinin hizmetine sunuyorlar. Diğer taraftan da nitelikli insan kaynağımız ülkemizi terk ederken olabildiğince vasıfsız bir iş gücü de ülkemize akın ediyor. Anladınız mı? Aziz milletim, değerli kadınlar, senin doğurduğun, başında dikildiğin, iyi okulların kazanılabilmesi için gayret ettiğin, dişinden tırnağından artırdığın, ortaya koyduğun yemeğin iyisini, doyurucu olanını çocuğunun önüne koyduğun, onu öyle beslemeye çalıştığın, bazı zamanlar aç yattığın, ‘ben tokum` dediğin o evladının bugün bu ülkeye hizmet etmesini istemiyor Sayın Cumhurbaşkanı. Sayın Erdoğan istemiyor. Budur tahsilli insanlarla derdi. Bu donanımlı iş gücü gidecek ki kul ve köle alanlar yerine istihdam edilsin. Ve Bay Kriz`in kurduğu kölelik sistemine bu göç dalgalarıyla gelen insanlar dahil oluyor.
LÜTFÜ SAVAŞ BEY HAKKINDA SORUŞTURMA AÇACAK KADAR DA KANTARIN TOPUZUNU KAÇIRABİLİYOR: Bugün kontrolsüz göç, artık insani ve siyasi bir mesele olmaktan çıkıp bazı illerimizde demografinin değişmesine neden olmuş durumda. Etrafımızdaki siyasi gelişmelere baktığımızda, demografinin nasıl bir siyasi enstrüman olarak kullanıldığını çok net görebiliriz. Mesela Kırım sürgünü olmasaydı ve Kırım`ın demografisi değiştirilmeseydi Rusya bu bölgeyi ilhak edebilir miydi? Edemezdi. Ancak AK Parti iktidarı, her konuda yaptığı gibi bu konuyu da asıl bağlamından çıkartıp, ‘milli menfaatlerimiz` gibi rasyonel bir eksen yerine ‘sığınmacı nefreti ve sığınmacı sevgisi` gibi duygusal bir eksenden konuşturmak istiyor. Hatta bunu o kadar ileriye götürüyor ki son derece haklı bir soruna ve Hatay`ın geleceğine dair önemli bir tehdide işaret eden Büyükşehir Belediye Başkanımız Lütfü Savaş Bey hakkında soruşturma açacak kadar da kantarın topuzunu kaçırabiliyor. Buradan iktidardakilere sesleniyorum: Böyle konular, siyasi rant devşirilecek konular değildir. Kutuplaştırma siyaseti üzerinden sığınmacı sorunundaki beceriksizliğini gizleyemezsiniz. Lütfü Başkan, görevinin getirdiği sorumlulukla sizi işinizi yapmaya çağırdı. Bu kadar basit. Soruşturmalarla, baskıyla, iftirayla Millet İttifakı olarak gerçekleri söylememize engel olabileceğinizi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz.
ASIL ELEŞTİRİLMESİ GEREKEN İKTİDARIN GÖÇ POLİTİKASI VE TÜRKİYE`Yİ YARI SÖMÜRGE HÂLİNE GETİRMEYİ AMAÇLADIĞI ÇARPIK STRATEJİSİDİR: Biz, sığınmacılara vicdansızlık edilmesini istemiyoruz. Sığınmacıların bu ülkeye gelmesinin sorumlusu, tek sorumlusu Sayın Recep Tayyip Erdoğan`dır. Sığınmacılara karşı kullanılan, ayrıştırıcı ve düşmanca dilin de karşısındayız. Düşmanca söylemler, ırkçı eylemler, sorun çözmekten acizlerin yöntemidir. Bir tarafta ‘ensar` diye diye ülkeyi yol geçen hanına döndüren Bay Kriz var. Diğer tarafta da âdeta yabancı düşmanlığını körükleyen bir orta çağ kafası var. Bu iki kirli zihniyet, Türkiye`nin önüne iki seçecek sunuyorlar. Ya vicdanlı olup armut gibi bekleyeceksin ya da vicdansız olup sığınmacılara söveceksin, onları döveceksin. Türkiye, sığınmacı sorununu işte bu iki sığ düşünce etrafında tartışsın istiyorlar. İYİ Parti olarak biz, vicdanın ardına sığınıp, sorunu çözümsüz bırakacak kadar basiretsiz ve armut gibi bekleyen değiliz. Ancak sığınmacı düşmanlığı üzerinden siyasi rant peşinde koşacak da değiliz. Biz, siyasi rant meraklılarınca Türkiye`ye dayatılan bu sığ tartışma zeminini reddediyoruz. Burada asıl eleştirilmesi gereken, iktidarın göç politikası ve Türkiye`yi yarı sömürge hâline getirmeyi amaçladığı çarpık stratejisidir. Bu strateji rafa kalkmadan ve uygulanan göç politikası değiştirilmeden sonuç alamayız. Vicdan ile öfke arasına sıkıştırılmış bir tartışmanın içine çekilmenin manası da milletimize herhangi bir faydası da yoktur.
PARTİLİ CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİNDEN ACİLEN KURTULMAK VE DEVLETİMİZİ YENİDEN İNŞA ETMEK ZORUNDAYIZ: Bugün, ülkemizde kurumsal akılla işleyen bir devlet mekanizması olmadığı için tüm bu sorunları yaşıyoruz. Bir devlet krizinin içerisinde adeta sürükleniyoruz. İşte tam da bu yüzden, devletin ruhunu, varlığını ve kurumlarını hiçe sayan partili cumhurbaşkanlığı sisteminden acilen kurtulmak ve devletimizi yeniden inşa etmek zorundayız. Çünkü bir milletin sürekliliği, devletiyle mümkündür. Bir devletin sürekliliği ise ancak kurumlarının sürekliliğiyle olur. Tam da bu nedenle eğer bir milleti yok etmek istiyorsanız öncelikle onu kurumlarından yoksun bırakırsınız. Kurumlarını yok eder, varlığını birtakım şahısların fani varlığına bağlı hale getirirsiniz. Böylece geride, süslü yalanlarla bezeli, pamuk ipliğine bağlı bir devlet düzeni kalır. Nitekim bugün içinde bulunduğumuz dönem de yok edilen bir devlet, sömürülen bir millet, talan edilen bir servet dönemidir. Bugün içinde bulunduğumuz dönem, devletin ve milletin geleceğinin tehlikede olduğu bir fetret dönemidir. Gelinen noktada, etrafı oligarklarca çevrilmiş tek bir adam, tüm karar ve kanunların tek meşruiyet kaynağı olmuş; ‘vasatın vesayeti`, milletin ve devletin boynuna adeta yağlı bir urgan gibi geçirilmiştir. Bu tablo, adım adım, ilmek ilmek örülen, bu yolda ‘ne isteniyorsa verilen` bir kurumsuzlaştırma tarihinin hazin hikayesidir.
SEN VE ARKADAŞLARIN İSTEDİĞİNİZ KADAR YIKMAYA ÇALIŞIN, BİZ MİLLETİMİZLE EL ELE, OMUZ OMUZA VERİP TÜRKİYE`Yİ DÜZE ÇIKARTACAĞIZ: Sayın Erdoğan! Her gün yoksullaştırdığın, mutsuzlaştırdığın, umutsuzlaştırdığın, aklın sıra bir lokma ekmeğe muhtaç ederek kendine kul edeceğini var saydığın bu şerefli milletin tarihi, varlığına, birliğine, namusuna ve haysiyetine yapılmış hakaretlere ve hareketlere karşı edilen itirazların, verilen mücadelelerin ve kazanılan zaferlerin tarihidir. Hiç kusura bakma, başaramayacaksın. Türkiye`yi içine soktuğun bu kurumsuzlaşma çukurundan evelallah çekip çıkartacağız. Kurucu değerlerimizi hatırlayarak çıkartacağız. Atatürk`ün koyduğu vizyona, İstiklal kahramanlarımızın o kutlu iradesine sarılarak çıkartacağız. Sen ve arkadaşların istediğiniz kadar yıkmaya çalışın, biz milletimizle el ele, omuz omuza verip Türkiye`yi düze çıkartacağız.”
KARAYEL: "ZEYTİNİMİZİN KARŞI KARŞIYA KALMIŞ OLDUĞU DURUMUN TEKRAR GÖZDEN GEÇİRİLMESİ VE BİR AN ÖNCE BU HATADAN VAZGEÇİLMESİ GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM"
Akşener, konuşmasının bir bölümünde kürsüyü Tariş Pamuk ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği`nin eski Pamuk Ürün Koordinatörü Mehmet Ramazan Karayel`e bıraktı. Karayel, şunları söyledi:
"Benim hiçbir partiye kaydım yok. Yani demesinler, ‘şuraya kaydı varmış, şuradan para alıyormuş, yan kuruluştan destek alıyormuş` gibisinden. Ben sadece özgür çiftçi temsilcisi ve çiftçi olarak ifade ediyorum tüm söylediklerimi. Ben Mehmet Karayel. Bilindiği gibi Aydın`ımız, ülkemizin en önemli ayrıcalıkları ürünleri olan incir üretiminin ve ticaretinin, zeytin ve zeytinyağının, kestane, çam fıstığı ve 30`a yakın sektöre hammadde oluşturan ve ülkemiz tekstili için çok önem arz eden pamuk üretimin merkezidir… Üretimden vazgeçmeyen üreticilerimizin inat ve inançla üretme arzuları bugün de aynı şevkle devam etmektedir. Ancak değişen şartlar, yurt içi ve yurt dışındaki gelişen koşullar karşısında zorluklar yaşamaktadır. Her ne kadar uzun yıllardır süre gelen destekleme politikaları devam ediyor olsa da maliyetlerin daha yüksek oranlarda artması ve farklı sektörlerde alınan kararların bölgedeki uygulamasından kaynaklanan olumsuzları da göğüslemek zorunda bırakılmıştır. Öncelikle son çıkan kararname ile birçok kez dile getirilen ve tekrar söylemek istediğim; kutsal kitaplarda yer alan zeytinimizin karşı karşıya kalmış olduğu durumun tekrar gözden geçirilmesi ve bir an önce bu hatadan vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu düşüncemi dört kutsal kitabın inananları adına söylüyorum."
Zeytinyağına getirilen kısıtlamayı hatırlatan Karayel, "Her ne kadar tüketiciyi korumak adına yapılan bir adım olduğu ifade edilse de tüketiciyi korumadığı gibi aynı zamanda ürün alım fiyatlarını düşürerek çiftçilerimizi de zora soktuğunu beyan etmek istiyorum" dedi.